Kendimizi anladığımızda karşımızdakini de anlamış oluruz ve onun bizi anlamasını beklemeyiz. Böylece iletişim en iyi şekliyle ifade bulmuş olur.
Gözyaşları sicim gibi akıyordu. Yine anlaşılamadığını düşünüyordu. Öfke dolu oluyordu o anlarda. Öfkesi bazen karşısındakine bazen de kendisineydi. Oysaki o kadar çok şey yapmıştı ki anlaşılmak için.
İletişim iki kişi arasında içsel ve dışsal yolla ileti göndermeyle gerçekleşir. Dışsal ileti davranışlarımızla ve kullandığımız sözcüklerle ifade bulur. İçsel ileti ise bizim kendi kendimize yaptığımız diyalogdur. Ki bu diyalogun sonucunu beden dilimizde ifade bulur. Yani her şekilde kendimizi ifade edebiliriz. Ne demek istediğimizi, arzu ve isteklerimizi ifade edebiliriz. Sorun bunları bizim nasıl ifade ettiğimiz ve karşı tarafça nasıl anlaşıldığıdır.
Varoluştaki temel niyetlerimiz hayatta kalmak, kendini ifade edebilmek, sevilmek, varlık gösterebilmek, öze saygı, öze güven, öze değer vermektir. İnsan bu temel niyetleri karşılayabilmek için varoluşundan bu güne hep bir arayış içerisindedir. Tüm bu niyetlerinin karşılığı dış dünyadadır ve bunları elde etmek için iletişim becerilerini kullanır. Temelde tüm bu ihtiyaçları için anlaşılmak ihtiyacındadır. İçindeki eksikliği dışarıyla tamamlayabileceği inancı olduğu içinde pek çok şey yapar anlaşılmak adına.
Tüm insanların aynı istek ve taleple yaşamlarını sürdürdüklerini varsayarsak birbirimize aynalık yapar dururuz. Kendimizde var olanı ya da olmayanı karşımızda görürüz, onunla tamamlanma ihtiyacına gireriz. Oysaki temel ihtiyaçlarımızı öncelikle kendimizin karşılaması ve bir bütün olabilmemizdir söz konusu olan. Bu farkındalıkta olmayınca insan açlığını doyurmak için boğuşur durur, önce dışarıdakilerle, sonra kendisiyle...
İşte bu içsel açlık nedeniylede insan kendisini yeterince ifade edemez. Eğer anlaşılamıyorsak bunu gerçek nedeni kendi içimizdedir. Beklenti içinde olmak bizleri hüsrana uğratır. Çaresizlik içine sokar ve hemen karşımızdakini suçlarız, öfke duygusuna kapılırız. Oysaki sahip olduklarımızın ve sahip olamadıklarımızın sorumluluğu bize aittir.
Herkes kendi istediği gibi bir yaşamı diler. Bir başkası istediği için yaşamak istemez ya da bir başkasının istediği gibi bir yaşam sürmek istemez. Eğer bir şey talep ediyorsak ve bunu karşımızdakinden alamıyorsak bu onu mutlaka elde edeceğimiz anlamına gelmez. Taleplerimiz karşılık buluyorsa bu iki kişinin niyetlerinin karşılık bulduğu anlamına gelir.
Bazen de gerçek niyetimizi ifade etmek cesaretini bulamayız, onunda altında en temel ihtiyaçlarımız vardır. En temel ihtiyaçlarımızın karşılanması anlamında bambaşka davranışlar içerisine girer dengeleri bozarız. Örneğin aşırı fedakâr oluruz, karşımızdakilerin sınırlarımızın içine girmesine izin veririz, tavizkar oluruz, aşırı ilgi gösteririz, vs. Oysaki gerçek niyetimiz beni sev, bana değer ver, bana saygı göster, güven kazanmamı sağla gibi bilinçaltındaki taleplerimizdir. Bu durumda tabi ki anlaşılabilmek söz konusu olamaz. En temel niyetlerimizi dile getirebilmek için öncelikle bizim bu niyetlerimize hizmet eden davranışlarımızın farkında olmamız gerekir. İşte anlaşılamadığımızı düşündüğümüz anlar aslında en sihirli anlardır. Kendimize yönelik farkındalık kendi sorumluluğumuzu almakla başlar. Yaşadığımız deneyimlerin nedenlerini dışarıda aramak yerine kendi içimizde oluşan duygularımıza yoğunlaşarak onların oluşum nedenlerini aramakla devam eder. Böyle durumlarda sessiz kalmak ve kendi içimize soru sormak en etkili yöntemlerden biridir. Gelen cevap bilinçaltımızın sesidir ve doğrudur. Onu duyabilmek için sessiz kalmak ve kendimizi dinlemek çok önemlidir. Bu sayede fark ettiklerimizle gerçekten ne hissettiğimizi daha net fark eder ve kendimizi daha iyi ifade edebiliriz. Bu farkındalık aynı zamanda bizim kendi içsel açlığımızı da fark etmemizi sağlar.
Kendimizi anladığımızda karşımızdakini de anlamış oluruz ve onun bizi anlamasını beklemeyiz.
Böylece iletişim en iyi şekliyle ifade bulmuş olur.
Fotoğraf: withbeautiful ~ Flickr
Creative Commons Attribution-Share Alike 2.0 Generic (CC BY-SA 2.0)
Web Sitesi Hizmeti ~ www.altanakay.com
